EŞSİZ GÜZELLİKTE YERLERE, MEKANLARA VE TATLARA HOŞGELDİNİZ...

Eşsiz güzellikteki doğa harikası yerleri, hoş ambianslı mekanları ve leziz tatları birlikte keşfetmeye hoşgeldiniz...

Welcome to the discovery of nature beauties, cute ambienced places and delicious tastes together...

Willkommen sie die landschafiliche Schönheit, die Platze mit dem niedlichen Ambiente und lecker Essen zusammen zu entdecken...

4 Haziran 2011 Cumartesi

Şehzadeler Şehri Manisa – 10.04.2011

Nisan ayının güzel bir Pazar sabahında, tam da lale mevsiminde Osmanlı tarihi boyunca Şehzadeler şehri olmuş olan Manisa’ya doğru yola çıkıyoruz. Şehir bizi parklarda ve bahçelerde açmış olan laleleri ile karşılıyor. Manisa’nın yakın tarihini inceleyecek olursak, Manisa’nın neredeyse tamamı, Yunanlılar tarafından Kurtuluş Savaşı’nda yakılmış ve bu önemli şehirde iki elin parmağını geçmeyecek kadar tarihi eser kalabilmiştir. Yakılan tarihi eserlerden en önemlilerinden biri de Manisa Sarayı’dır. Günümüze malesef saraydan hiçbir kalıntı kalmamıştır.

Manisa’nın Osmanlı ve öncesinden kalma tarihi dokusunu inceleyeceğimiz gezimize geçmişi Roma ve öncesine kadar dayanan tarihi kale tepesinde başlıyoruz. Kale tepesinde Manisa kalesinin kalan surları görülebilmektedir. Kale tepesinde Niobe’nin ağlayan kayası önünde duruyoruz ve Manisa’ya tepeden bakıyoruz. Ağlayan kayanın mitolojik hikayesi kısaca, Niobe’nin tüm çocuklarının tanrılar tarafından tek tek öldürülmesinden sonra ağlayarak taşlaşmasından ibarettir. Kayanın şehre bakan tarafından yağmur çok yağdığında su akmaktadır ve şehirden bakıldığında kaya oturan, ağlayan öne eğilmiş bir kadını çağrıştırdığı için ağlayan kaya olarak adlandırılmıştır.  

Bulunduğumuz tepedeki kalıntılara baktığımızda, Hititler döneminden beri buranın kutsal bir bölge olduğu ortaya çıkmaktadır. Arkasının yüksek tepe olması ve sadece önünün savunma gerektirmesi tarih boyunca kale yerleşimlerinin burada yapılmasını sağlamıştır. Diğer şehirlerde de görüldüğü üzere, kutsal bölgelerde hep devamlılık yaşanmıştır. Yeni yerleşimciler tarafından kutsal bölgeler, hep daha öncekinin üzerine inşa edilmiştir. Kutsal alanların üzerine inşa etme, tarihte ve özellikle Osmanlı’da o kenti ele geçirmenin bir yöntemi olarak görülmektedir. Bu yerler türbeye çevrilerek, çevredeki halka yiyecek ve kalacak yer yardımı yapılırdı.

Niobe’nin ağlayan kayasının altında bulunan Revak Sultan Türbesi eski bir Bektaşi tekkesidir. Yapılış tarihi 1371’dir. 1826’da Yeniçeri ocağı kapatılırken, bu tarz Bektaşi türbeleri, tekkeleri ve mezarlıkları büyük zarar görmüştür. Manisa’nın bu yamacındaki bölge Bektaşiler’e ayrılmışken, dağın diğer yamacında da Manisa Mevlevihanesi bulunur. Bu iki bölge şehrin dinsel hayatında önemli bir yer tutmuştur. Bektaşiler daha çok köylü ve kırsal kesim üzerinde dinsel hakimiyete sahipken, Mevleviler ise kent merkezindeki kesim üzerinde dinsel hakimiyete sahiptir.

Ardından yol boyunca Saruhanoğlu İshak Çelebi’nin inşa ettiği Manisa Mevlevihanesi’ne doğru yola çıkıyoruz. Bu mevlevihane, Konya’daki mevlevihaneden sonra belki de Anadolu’daki en büyük mevlevihanedir. Mevlevihane’nin imarı 1368 – 1369 yılları arasında tamamlanmıştır. Mevlevi geleneği, Osmanlı döneminde ve saltanatında önemli bir yere sahiptir. 3. Selim gibi birçok padişah mevlevidir.       

Mevlevihane’nin ardından, rotamızı Ulu Camii’ye doğru çeviriyoruz ve tepeden aşağıdaya doğru yürüyerek iniyoruz. İlk olarak artık bir harabeye dönmüş olan Saruhanoğlu Manisa darphanesinin önünden geçiyoruz. İzlediğimiz dar sokakların ardından, Cuma namazlarının kılındığı Manisa Ulu Camii’ye ulaşıyoruz. Cami 1366-68 arasında inşa edilmiştir, 10 sene sonra da bitişiğindeki medrese inşa edilmiştir. Geçiş bölgesinde İshak Çelebi’nin mezarı da mevcuttur.

ManisaUlu Camii ve diğer Anadolu’daki eski Ulu Camii’ler düz toprak damlıdır, çatı ve kubbe yoktur. Sadece mihrap önü mekanını örten külah gibi bir şey mevcuttur. Ama zamanla, kubbe örtüsü daha sonra meydana çıkacak olan mimari bir elemandır. Manisa Ulu Camii zaviyeli bir ulu camidir; dışarıda yolcuların konaklamasına elverişli mekan mevcuttur. Son cemaatin namaz kıldığı yerlerde de gece, yolcular konaklayabilmektedir. Caminin özellikle minaresi ve üzerindeki seramik işlemeler görülmeye değerdir. Caminin içerisindeki mimari ve mihrabı görülmeye değerdir. Ulu Camii’de kündegari yöntemiyle yapılmış ahşap işleme minber, camide Cuma namazının kılınıp kılınamayacağını belirtir.

Ulu Camii’ye gidip de Sultan Çayı içmemek olmazdı zaten ki biz de bu geleneğe uyuyoruz. Sultan çayı, mesir macununun içerisinde kullanılan baharatların çay kıvamında sunulması ile servis edilmektedir.

Ulu Camii’den aşağıya doğru inerken, eski bir saat kulesi ilk olarak karşımıza çıkıyor. İlk olarak parkın yanında, eski saray hamamını görüyoruz. Şu an ise bu yapı saraç olarak kullanılmaktadır.

Daha sonra, çarşı içerisinde “Yeni Han” olarak bilinen dönemin ticaretle uğraşan ileri gelen ailelerinden olan Karaosmanoğulları’nın inşa ettirdiği hana gidiyoruz. Hanı inceledikten sonra, çarşıyı geçerek Hatuniye Camii’ne geliyoruz. 2. Beyazıt’ın karısı Hüsnüşah Sultan tarafından yaptırılmıştır. Caminin ön tarafında medresesi , ibadethanesi, külliyesi mevcuttur. Pencerelerdeki çift camlar, duvar kalınlığından yararlanarak binanın yazın ve kışın ısı dengesini sağlamada çok önemlidir. Caminin sütun başlarındaki üçgenlerin üzerinde 4 halifenin ismine ek olarak Ali’nin hemen yanında Hasan ve Hüseyin isimleri de yazılıdır. İçerideki saati de eski ve orijinaldir.

Ardından eski Manisa garajının önünde yıllara boyun eğmeyen ve restorasyondan geçmekte olan Rum Mehmet Paşa Hanı’na geliyoruz. Rum Mehmet Paşa, Fatih Sultan Mehmet zamanının sadrazamlarındandır. Mora’nın fethi zamanında Osmanlı hizmetine alındığı için lakabı “Rum” olarak kalmıştır. Eski garajın bir tarafında Mısır çarşısı, diğer tarafında da Alaca Hamam mevcuttur.

Yolu takip ederek, ilk olarak Manisa müzesine gidiyoruz, fakat Manisa müzesinde bitmek bilmeyen restorasyona takılıyoruz ve gezemiyoruz. Müzeden sonra, Muradiye Camii’ne geliyoruz. Caminin mimarisi, yalınlığı görülmeye değer ve Süleymaniye Camii’ne benzerdir, fakat küçüğüdür. Caminin mimarisindeki büyük kubbenin yükü, Osmanlı’nın bulduğu bir icat olan Türk üçgenleri geçiş elemanları ile eşit olarak yapıya dağılmaktadır. Böylece, cami daha dayanıklı ve uzun ömürlü kalabilmektedir.

Caminin ardından meydanda bulunan, Saruhan bey’in oğlu İshak Çelebi tarafından yaptırılan Saruhan Bey Türbesi’ne geliyoruz. İçerisinde Saruhan Bey’in mezarı mevcuttur.

Sultan Camii’ne geldiğimizde ise motifler ve süslemeler göz kamaştırmaktadır. 1522 yılında yapılan cami, 1768’de yeniden yapılan süslemeler ile göz kamaştırmaktadır. Caminin mihrabı orijinaldir ve yekpara mermerden yapılmıştır, fakat mihrabın ve diğer bazı bölgelerin boyanması caminin süslemelerinin zamanla bozulmasına neden olmaktadır.

Son olarak, Sultan Camii’nden çıktıktan sonra Hafsa Sultan Hamamı’nın önünden geçerek, merkezde bulunan çay bahçesinde devasa ağaçların altında günün yorgunluğunu atıyoruz. Böylece, Manisa’nın tarihi dokusunu inceledikten sonra merkez parkında çam ağaçlarının altında, laleler arasında çay molası vererek günümüzü tamamlıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder